Akademik özgürlüğün, akademi meşruiyetini başkaca şeyler yanında, esas faaliyetlerini teşvik etmek, geliştirmek ve korumak için var olduğu akademisyenlerin sunduğu hizmetten aldığı için, birincisine bağlı olmakla veya onun türevi birlikte, ondan biraz da müstakil olan ikinci bir anlamı da, bir yükseköğrenim veya araştırma kurumunun, kendi politika ve uygulamalarını, kendisinin dışındaki güç veya faillerin etkisine, yönlendirmesine bağlı kalmadan belirleme sorumluluğunu ve serbestisini ifade eder.
Akademik özgürlük bir şekilde fikir özgürlüğü düşüncesinin bir ürünü, hatta doruk noktası olduğu, düşünce ise şöyle ya da böyle kabul görmüş inançları, yerleşik eylem ve yaşam tarzlarını sorgulamayı gerektirdiği ya da en azından ihtiva ettiği ve dolayısıyla, her zaman yürürlükteki düşüncelerin, yerleşik alışkanlıkların potansiyel bir düşmanı olduğu için, onun tarihinin ilk bakışta çok gerilere uzanması, entelektüel özgürlük talebinin düşünürün dini gelenek veya politik otoriteyle karşı karşıya geldiği zamana kadar geri gitmesi gerekir. Gerçekten de akademik özgürlük, söz konusu nispeten gevşek anlamı içinde, milattan önce V. Yüzyıl Atina’sında mevcut politik iktidar tarafından susturulmak istenen Antik Yunan düşünürü Sokrates’e kadar geri gider. Çünkü “gençleri baştan çıkarma ve kentin tanrılarına inanmama” suçlamasıyla mahkemeye verilen ve argümanın ya da düşüncenin, kendisini götürebildiği son noktaya kadar takipçisi olmayı en temel ilke olarak benimsemiş olan Sokrates’in entelektüel özgürlük talebi, bir yandan da öğretme özgürlüğü hakkını ihtiva etmekteydi ve o bu talebini, hem tanrıların kendisine yüklediği bir ödev, hem de kendisinin devlete verdiği önemli bir hizmet olarak yorumlayıp meşrulaştırmıştı.
Düşünce özgürlüğünün daha özel bir şekli olarak akademik özgürlük, bununla birlikte, kendisi onu destekleyen, finanse eden özel veya kamusal güçlerin denetimine tabi olurken, bireysel üyelerine şöyle ya da böyle belli bir denetim uygulayan akademi veya üniversitenin, böyle bir kurumda örgütlenmiş hoca veya akademisyenler grubunun varlığını öngörür. Dolayısıyla, akademik özgürlüğün tarihi, en erken üniversitenin Batı’daki kuruluş tarihi olan XIII. Yüzyıla geri gidebilir. Fakat, Ortaçağ’da üniversitelerin özellikle ilk kuruluş yıllarında, entelektüel hayatın merkezi olmanın kuruma sağladığı prestij, onların kendi kendilerini disipline etme kapasiteleri ve nihayet, devlet ile kilisede görev yapan, bu üniversitelerden yetişmiş önemli şahsiyetlere gösterilen sadakat sayesinde, özerkliklerini başarıyla korudukları söylenebilir.
Ancak XIII. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, kilisenin resmi öğretisinin giderek artan bir biçim de katılaşması, sapkınları cezalandırmak amacıyla engizisyonun ortaya çıkışıyla birlikte, felsefe ve teolojide yeni düşüncelerin savunucuları her zamankinden biraz daha şüpheli hâle gelirken, üniversiteler özerkliklerini, hocalar da bireysel özgürlüklerini yavaş yavaş yitirme durumuna gelmiştir. Bunu takip eden üç yüzyıllık süreç boyunca, önce Rönesans’ta antik bilgeliğin keşfi ve bilimsel araştırmanın canlanması, Hristiyanlığın tinsel birliğinin reformasyon ve karşı-reformasyon hareketiyle ikiye bölünmesi, düşünür ya da araştırmacı ile kilise arasındaki muhtemel çatışma alanını alabildiğine genişletmiştir. İşte akademik özgürlük, XVI. Yüzyıldaki söz konusu dini ve politik çatışmalardan doğmuştur. Onun temel bir talep, olmazsa olmaz bir özgürlük olarak ilk kez yeni kurulmuş olan Leiden, Helmstädt ve Heidelberg üniversiteleri tarafından açıkça ifade edildiği söylenebilir.
Künye — Ahmet Cevizci, 2010, Paradigma Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yayınları