Künye — Fazıl Gökçek, “Ahmet Mithat Efendi’nin Romanlarında Yerli Gayrimüslimlerin Alafrangalığı Meselesi“, Yeni Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 1, 2010, s.59-68 — fgokcek@hotmail.com
Editör Notu — Hayatın her alanında köklü değişiklikler getiren Tanzimat’tan bu yana Türk aydını, Batılılaşma zorunluluğuyla, mensup olduğu gelenek arasında bir orta yol bulma gayretini sürdürmektedir. Romanlarda bu durum idealize edilmiş tiplerle verilmekte ve “ideal Batılı tip” olarak okuyucuya bir istikamet gösterilmektedir. Tanzimat döneminin münbit kalemlerinden Ahmet Mithat Efendi, bu ideal Batılı tipin karşısına koyduğu, Batılılaşmayı anlayamadığı için komik duruma düşen “alafranga züppe tipiyle “ideal Batılılaşma”nın ayrıntılarını gözler önüne sermektedir. Bu makalede, Ahmet Mithat Efendi’nin bazı romanlarında yer alan gayrimüslim tipler, alafrangalıkları açısından ele alınmıştır. “Osmanlıcılık” ideolojisine sahip olan yazarın, Osmanlı çatısı altındaki gayrimüslimlerin tutumlarını, hâl ve hareketlerini alafrangalık açısından değerlendirişi ve “alafrangalık”tan kastının, ırka değil, yaşam tarzına dayanan yönleri, romanlarındaki kahramanlar vasıtasıyla gözler önüne serilmiştir.
Kübra Keskendir, Edebiyat Editörü, k.keskendir@sosyalbilimler.org
ØØØØØ
1870’li yıllardan itibaren edebiyatımızda örnekleri görülmeye başlanan roman türünün devam eden yılları boyunca en çok işlediği konulardan biri yanlış Batılılaşma veya alafrangalık olmuştur. Ahmet Mithat Efendi’nin 1875’ye yayımlanan “Felatun Bey ile Rakım Efendi” romanında, yanlış Batılılaşma veya alafranga tipinin ilk örneğini Felatun Bey’in şahsında görürüz. Mehmet Kaplan’ın ve Berna Moran’ın bu romana dair yazılarında [Mehmet Kaplan, “Felatun Bey ile Rakım Efendi” , Türk Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar 2, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1987, ss. 93-123, Berna Moran “Felatun Bey ile Rakım Efendi”, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İletişim Yayınları, İstanbul, 1983, ss. 38-47] ayrıntılı olarak incelenen bu tipin belli başlı özellikleri mirasyedilik ve buna bağlı olarak tembellik ve kendi toplumunun değerlerine yabancılaşma olarak belirtilebilir. Berna Moran bu tipi “alafranga züppe” olarak adlandırmıştır. [Age s. 38. Bu dönem yazarlarının bu tipi nitelemek için daha çok kullandıkları terim ise, Hüseyin Rahmi’nin bir romanının da adı olan “şık”tır. Ahmet Mithat Efendi’nin “Vah” romanında Behçet Bey tanıtılırken “şık”ın âdeta tanımı yapılmıştır: “Bu zat ‘şık’ unvân-ı umumisi altında temeyyüz eden gençlerden ise de onlar meyânında görülen bazı cicili beylere makis değildir. Şıklar dahi kendi meyanlarında iki kısma münkasim olup bir kısmı asıl şık denilen telli bebekler oldukları halde diğer kısmı kendilerine ‘centilmen’ süsünü verirler ki bunlar güya babayâne bir surette süslenirler. Onların ne suretle giyinip süslendiklerini tarif için tafsilat-ı zâideye ihtiyaç yoktur. Temiz giyinir kuşanır ve kendi hâlinde gezer zevatla bir de moda gazetelerinin eşkâl-i mücesseme-i zî-ruhları ıtlak olunan şıklar göz önüne getirilip de bunların vasatı zihinlerde bulunursa işte bu centilmen tasavvur edilmiş olur.” Vah, (Hzl. Kâzım Yetiş), TDK Yayınları, Ankara, 2000, s.29] Bu tip, Ahmet Mithat Efendi’nin Letâif-i Rivayat serisi içinde yayımlanan “Bekarlık Sultanlık mı Dedin?” adlı hikayesinde Süruri Bey olarak tekrar karşımıza çıkar. Aynı seride yayımlanan “Batiyarlık”ta “züppe”den “hain”e doğru değişimin ipuçları görülür ve yine Berna Moran’ın belirttiği gibi 1920’li yıllardan sonra özellikle Yakup Kadri ve Peyami Safa’nın romanlarında bu tip bütünüyle “alafranga hain”e dönüşür.
Berna Moran’ın konuyla ilgili yazılarının son derece yol açıcı ve öğretici oldukları kuşkusuzdur. [Yazarın yukarıda zikrettiğimiz kitabında yer alan “Türk Romanı ve Batılılaşma Sorunu” ve “Alafranga Züppeden Alafranga Haine” başlıklı makaleler doğrudan bu konuyla ilgilidir.] Fakat Moran’ın, alafranga züppeden alafranga haine geçiş sürecinde bazı eserleri gözden kaçırdığını da belirtmek gerekir. Yukarıda sözünü ettiğimiz “BekarlıkSultanlık mı Dedin?” adlı hikaye ile “Bahtiyarlık” romanının dikkate alınmamış olması, Moran’ın söz konusu tipe dair tespitlerini değiştirmemekle birlikte, “züppe”den “hain”e geçişin ara duraklarının gözden kaçmasına yol açmıştır. Aynı şekilde “Vah” ve “Karnaval” romanlarının da bu konu bağlamında zengin malzeme verdiğini ve bunların da Moran tarafından dikkate alınmadığını belirtmek gerekir.
Konunun bir başka yönü ise, özellikle Ahmet Mithat Efendi’nin romanlarında görülen, gayrimüslimlerle ilgili boyutudur. Osmanlı Devleti’nin, bu romanların yazıldığı dönemde çok milletli ve çok dinli yapısını koruduğu bilinmektedir. Her ne kadar bu dönemde yazılan romanlarda Türk/Müslüman toplumunun meseleleri romancılarımız için öncelikli idiyse de, özellikle Ahmet Mithat Efendi gibi Osmanlıcılık ideolojisinin savunucularından olan ve Osmanlı Devleti’nin çok milletli yapısıyla “Osmanlı” üst kimliği adı altında vatandaşlık esasına bağlı bir millet” inşasını gerçekleştirebileceğini öngören/arzulayan bir yazarın romanlarında toplumun bir parçası olan Rum, Ermeni ve Yahudi Osmanlı vatandaşlarının yer alması son derece doğal bir durumdur. Ahmet Mithat Efendi’nin yanlış Batılılaşma veya alafrangalığı Türk/Müslüman Osmanlılar için olduğu kadar gayrimüslim Osmanlılar için de tehlikeli gördüğü anlaşılmaktadır. Nitekim onun birçok romanında, Rakım Efendi, Resmi Efendi (Karnaval), Nasuh(Paris’te Bir Türk) vb. gibi yerli değerlerine bağlı “doğru Batılılaşmış” tiplerin mukabili gayrimüslim kişilerin yanında Felatun Bey, Süruri Efendi (Bekarlık Sultanlık mı Dedin?), Senai (Bahtiyarlık) gibi tiplerin mukabili sayılabilecek olan gayrimüslim alafranga kişiler de vardır. Biz bu yazıda, Türk romanının başlangıç döneminde en önemli meselelerden biri olan alafrangalığın gayrimüslimlerle ilgili boyutunu Ahmet Mithat Efendi’nin romanları üzerinde görmeye çalışacağız. Yazarın diğer romanlarında da bazı örnekler veya değinmeler bulunsa da bu konuya dair en zengin malzemeyi, Karnaval, Müşahedat ve Henüz 17 Yaşında romanları vermektedir.
1881 yılında yayımlanan “Karnaval” romanının konusu, Beyoğlu’nda yaşayan ve Ermeni cemaatinin eşrafından olan Hamparsun Arslangözyan’ın genç karısı ile Resmi Efendi adındaki Müslüman/Türk gencinin arasında geçen bir aşk ve ihanet hikayesidir. Resmi Efendi ile bu aile arasında, Resmi Efendi’nin kilisenin arızalanan orgunu tamir etmesi dolayısıyla başlayan tanışıklık, zamanla dostluğa dönüşür. Rakım Efendi benzeri son derece dürüst ve namuslu bir genç olan Resmi Efendi ile Madam Hamparsun arasındaki, başlangıçta samimi bir dostluk çerçevesinde yürüyen ilişki, zamanla –biraz da Madam Hamparsun’un kocasında aradıklarını bulamaması ve Resmi Efendi’yi cesaretlendirmesi ile- aşka evrilir. Romanın asıl konusu, Madam Hamparsun’un kocasına ihaneti ile sonuçlanan bu aşkın hikayesidir. Bu hikâye çerçevesinde romanın yayımlandığı yıllardaki Beyoğlu’nun renkli ve çok kimlikli hayatı da yansıtılır. Romanda “Felatun Bey ile Rakım Efendi”deki gibi doğru Batılılaşmayı temsil eden Resmi Efendi’nin yanında, alafranga tipin bütün özelliklerini yansıtan bir kişi de (Zekâi Bey) bulunmaktadır. Bu bakımdan roman, “Felatun Bey ile Rakım Efendi” gibi Türk/Müslüman toplumunun yanlış Batılılaşmasının eleştirisi bağlamında da önemlidir. Diğer taraftan, Mösyö Hamparsun’un bir Batılı gibi yaşamak istemesi, fakat bunun gereklerini tam olarak yerinde getiremediği için gülünç durumlara düşmesinin anlatımıyla bir gayrimüslim Osmanlı vatandaşının alafrangalığını ele alışı dolayısıyla da ayrı bir öneme sahiptir. Biz burada romanın sadece bu boyutu üzerinde duracağız.
Mösyö Hamparsun Arslangözyan, Ermeni cemaatinin ileri gelenlerinden ve Katolik kilisesinin mütevelli heyetine mensup zengin bir adamdır. Hamparsun’un “Beyoğlu’nda bir hanesi vardır ki tezyinatça birincilerden addolunur. Hanesinin nizam ve intizamı tam alafrangadır. (s.30)” [Sayfa numaraları şu baskıya aittir: Karnaval (Hzl. Kâzım Yetiş), TDK Yayınları, Ankara, 2000.] Kendisine babasından ve halasından yüklü miktarda miras kalmıştır. Bu servetin büyük bir kısmını “Beyoğlu, Adalar, Ayastefanos, Kadıköy, Büyükdere âlemlerinde ve Avrupa’da dahi Paris ve Viyana ve Petesburg’un muteber ve meşhur salonlarında” tüketmiştir. (s.30) Fakat elinde kalan servet bile onu İstanbul’un en zenginlerinden biri yapmaya yetecek miktardadır. Kırk yedi kırk sekiz yaşına kadar sefahat âlemlerinde yaşadıktan sonra “Ey artık teehhül zamanı geldi” diyerek evlenmeye karar vermiş ve “on yedi on sekiz yaşlarında” bir kızla evlenmiştir. (s. 30) Hamparsun Ağa, “Avrupa’da bir değil birkaç lamelif çevirmiş ve kendi davası veçhile âdeta Frenk olmuş bir adam”dır. (s. 32) Karısı da Avrupai bir eğitim görmüştür. Dolayısıyla karı koca “alafrangaya cümleden ziyade riayet eden” kişilerdir. (s. 32) Özellikle Hamparsun Ağa, gösterdiği davranışlarla alafranga züppe tipin özelliklerini sergiler. Gülünçtür; Zekâi Bey’in, karısı gibi güzel bir kadını kıskanmakta haklı olduğunu söylemesine, sırf alafrangaya aykırıdır diye itiraz eder: “Hayır efendim! Alafrangada kıskanmak yoktur, kıskanç kocalara ‘eşek herif’ derler. “ (s. 164) Böyle söylese de kıskanmaktadır; genç karısının Resmi Efendi ile gizlice balolara gittiğine dair aldığı ihbar üzerine bir maskeli baloda karısı olduğundan şüphelendiği bir kadını tartaklayarak maskesini çıkarır, yanıldığını anlayınca da zor duruma düşer.
Romanda alafrangalığın bir başka tezahürü de Mösyö Hamparsun’un karısının ihanetini yakaladıktan sonra onu boşamak istemesi üzerine oraya çıkar. Mösyö Hamparsun, karısını evden kovduktan sonra yeniden evlenmek ister, fakat Katolik kilisesinin buna izin vermemesi sebebiyle isteğini gerçekleştiremez. Bu noktada yazarın görüşlerini temsil eden anlatıcı, bu durumun, yerli gayrimüslimlerin Batılılaşmasının bir sonucu olduğunu, Doğu’da Katolikler arasında eskiden boşanmanın mümkün olabildiğini ileri sürer:
“Bizim taraflarda Hıristiyanlığın bazı mezahibi ve hatta Katoliklerin bazı cemaatleri vardır ki zevc, zevcesinin fuhşunu eliyle tutarcasına ispat edebilir ise talâk-ı külliye kadar varıp o hâlde diğer bir kadınla akd-i izdivaç edebilir. Ancak Şark Katolikleri Roma ile irtibatını artırdıklarından beri onlar meyanında dahi talâkın her hâlde adem-i meşruiyeti kuvvet bulmuş ve her ne kadar talâk-ı küllî vâki olsa bile zevc ve zevcenin yeniden teehhüllerine cevaz gösterilmemekte bulunmuştur. (s. 262)
Resmi Efendi’nin, Hamparsunlarla dostluk kurduktan sonra gittiği ve “cümlesi İstanbul’un ahali-i Eraminesinden olan” kişilerin katıldığı Hamparsunların bir davetinde, söz konusu kişilerin alafranga tavırlarının kahramanımızı rahatsız etmesi de yerli gayrimüslimlerin alafrangalığına yönelik bir başka eleştiri olarak zikredilmelidir. Bu davette menüde bulunan cevizli bal kabağını birbirlerine göstererek “güya o mecliste bulunanların hiçbiri bal kabağı ne olduğunu bilmezler imiş de ilk defa olarak görüyorlarmış gibi herkes[in] bu kırmızı şeyin ismine bal kabağı denildiğini ve alaturka leziz bir taam olduğunu” söylemeleri, bunların “şu ca’lî alafrangalıkları” yerli değerleri temsil eden Resmi Efendi’yi çok rahatsız eder. (s. 35)
Romandaki gayrümüslimlerin alafrangalığı bağlamında dikkati çeken hususlardan biri de Zekâi Bey’in metresi Benli Elena üzerinden görülmektedir. Osmanlı millet sistemine göre “Rum milleti”ne mensup olan Elena, düşmüş bir kadın ver servet avcısıdır. Zekâi Bey’le zengin olduğu için düşüp kalkmaktadır. Yazar onu esasında Zekâi Bey’in alafrangalığını sergilemek için bir araç olarak kullanır. Bu bakımdan onun rolü, “Felatun Bey ile Rakım Efendi” romanındaki, Felatun Bey’in metresi Polini’nin rolüne benzer. Fakat burada dikkati çeken husus, Zekâi Bey ile birlikte Paris’e gittiklerinde Fransızların ondan “Türk karısı” olarak söz etmeleri, yazar anlatıcının bu ifadeyi düzeltmek için bir çaba göstermemesi, yani bu bağlamda Batılıların bakış açısını kullanarak da olsa “Türk”ü bir üst kimlik olarak Osmanlı yerine kullanmasıdır. Elena’nın, Zekai Bey benzeri alafranga davranışları eleştiri konusu yapıldığına göre, bu örnek de alafrangalık probleminin Ahmet Mithat Efendi için Müslüman-gayrimüslim farkı olmaksızın “Osmanlı” kimliğine sahip olan bütün vatandaşlar için geçerli bir problem olduğunu göstermektedir.
“Müşahedat”[Müşahedat, (Hzl. Özlem Nemutlu), Özgür Yayınları, İstanbul, 2006, Alıntıların sayfa numaraları bu baskıya aittir.] romanı bu tespiti doğrulayan örnek kişi ve olaylar bakımından daha da zengindir. 1891 yılında, Ahmet Mithat Efendi’nin romancılığının olgunluk döneminde yayımlanan Müşahedat üzerinde, yazarın denediği ve çok da başarılı olduğu farklı anlatım yöntemleri dolayısıyla çok durulmuş, [Romanın anlatım tekniği üzerine Berna Moran’ın yazısı (“İddialı Bir Roman: Müşahedat” , Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, İletişim Yayınları, İstanbul, 1983, ss. 48-58) ve Yavuz Demir’in incelemesi ( “Bir Üstkurmaca Olarak Müşahedat” –Zaman Zaman İçinde Roman Roman İçinde, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2002) zikre değer.] fakat bizim burada ele aldığımız konu bağlamında incelenmemiştir. Önsözünde kişilerin gayrimüslimlerden meydana geldiğini özellikle zikreden ve bunun romana “mucib-i letafet renkler” kattığını belirten yazarın bu eserde yerli gayrimüslimlerin alafrangalığını Osmanlı toplumunun önemli bir problemi olarak ele aldığı görülmektedir.
Romanın ilk sayfalarında Ahmet Mithat Efendi’nin gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarını “yerli” olarak niteleyerek Batılı dindaşlarından ayrı tuttuğunu gösteren bir sahne, konumuz açısından önemlidir. Vapura binen yazar anlatıcı –ki bu romanın tekniği gereği aynı zamanda yazar Ahmet Mithat’tır- girdiği kamarada “pek alafranga giyinmiş” iki kadın görür ve “alafranga usulünce” onları bir “baş işaretiyle” selamlamaya niyetlenir. Fakat yanlarındaki yaşlı kadının kıyafeti (“gayet geniş bir siyah dibet fistan giyip başına da bir siyah yemeni bağlamış…”) bunların “yerli” olduklarını gösterdiğinden selamlamaktan vazgeçer. Bu sahne ve yazarın tavrı sembolik olarak önemlidir. Ahmet Mithat Efendi, gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının “yerli” oluşlarını önemsemektedir ve romanın ilerleyen kısımlarında da görüldüğü gibi bu özelliklerini kaybetmelerini, Batılı dindaşlarına benzeyerek “yabancılaşmalarını” bir problem olarak görmektedir. Romanın esas konusu olan Agavni-Refet ve Refer-Siranuş arasındaki dostluk ve aşk ilişkisinin yanı sıra gayrimüslimlerin yabancılaşması veya başka deyişle yanlış Batılılaşması problemi de hepsi Ermeni olan Siranuş, Agavni, Karnik ve Kirkor’un etrafında gelişen olaylar çerçevesinde ortaya konulmuştur.
Bu kişilerden Agavni ve özellikle de Siranuş, yazarın tasvip ettiği davranışları göstererek doğru Batılılaşmayı, Kirkor ve Karnik ise yanlış Batılılaşmayı temsil etmektedirler. Agavni, İtalyan asıllı bir Levanten olan Antuan Kolariyo ile onun Ermeni cemaatine mensup gayriresmî karısı Maryam’ın kızıdır. Kolariyo önce Novart adında bir Ermeni kadınla evlenmiş –ki o da çok ön planda olmamakla birlikte alafranga bir başka figürdür- , fakat evlendikten sonra karısının başkasından hamile olduğunu öğrenmiş, kilisenin müsaadesi olmadığından boşanamadığı için resmî olarak onunla evli kalmış, fakat gayriresmî olarak Maryam’la birlikte yaşamıştır. Agavni, bu birliktelikten doğmuştur. Agavni dört-beş yaşındayken babası, on iki yaşına geldiğinde de annesi ölür. Kolariyo’nun vasiyeti doğrultusunda İtalyan Konsolosluğunun gözetiminde iyi bir eğitim alır. Yirmi bir yaşına geldiğinde, babasının vasiyetnamesi hükmünce konsolosluğun gözetimi sona erer ve böylece Agavni kendi hayatına ve servetine tasarruf etme özgürlüğünü kazanır. Beyoğlu’nda bir ev tutup yerleşen genç kızın, yatılı olarak kaldığı okuldan ayrıldıktan sonra İtalyan pasaportunu ve nüfus cüzdanını yırtması ve “Ben Maryam’ın kızı Agavni’yim” diyerek Ermeni kimliğini öne çıkarması, yazar anlatıcının tebcil ederek aktardığı davranışlarındandır. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra bir müddet Beyoğlu’nun zevk ve eğlence âlemlerinde yazarın da tasvip etmediği bir hayat yaşamış olsa da Agavni sonunda durmuş oturmuş ve olgun bir kadın olarak Ermeni kimliğini ve bu kimliğe ait yerli değerleri temsil eden biridir. Öldüğünde açılan vasiyetnamesinde bütün varlığını “Ermeni Katoliklerinin babaları belli olmayan bîkes kızlarını terbiyeye vakf ve bahş” ettiğinin anlaşılması, onun bu yerli tarafını gösteren bir diğer davranışıdır. Gerek Agavni ve gerekse Siranuş ve onun yanlarında kaldığı Ermeni aile üzerinden Ermeniliğe ait yerli değerler ısrarla vurgulanmış ve tebcil edilmiştir. Buna karşılık yine Ermeni Katolik milletine mensup olan Kirkor ve Karnik, tıpkı Felatun Bey, Zekâi Bey veya Senai gibi kendi değerlerine yabancılaşmış alafranga kişiler olarak olumsuz bir tarzda kişileştirilmişlerdir.
Bunlardan Kirkor, otuz yaşlarında zengin bir Ermeni’dir. Karnik’in Siranuş’la tanıştırdığı ve onunla gönül eğlendirmek isteyen, hatta çeşitli mahfillerde onun kendisinin metresi olduğunu söyleyen, bu yüzden genç kızın adının dedikodu malzemesi olmasına yol açan ahlaksız bir adamdır. O, kendi yerli kimliğine ve milliyetine ihanet eden biridir. Yazar onu tasvir ederken özellikle dış görünüşünü öne çıkarır. “Napolyon sakallı, gereği gibi gösterişli, epeyce güzel biri”dir. “Gözde gözlük, elde eldiven ve baston, yelek ilikleriyle cepleri arasında altın kordon, boyun bağı üzerinde nohut kadar incili iğne ve son moda elbise filanla pek de süslü bir adam”dır. (s. 40) Dış görünüşüyle tam bir Avrupalı gibidir, ama bu sadece görünüştedir. Konuştuğunda, bir Avrupalı olmadığı, Avrupalılığı taklit eden bir Ermeni olduğu ortaya çıkar. Böylece anlaşılır ki “kavmiyeti kıyafetiyle mütenasip değildir, bir Avrupalı olmayıp ona heveskâr bulunan bir Şarklı Ermeni”dir.” (s. 42) Bu haliyle yazar onu gülünç duruma düşürür. Romanın vapurda cereyan eden ilk sahnesinde, henüz adının Siranuş olduğunu bilmediğimiz genç kız, bütün yolcuların önünde Kirkor’u döver. Dış görünüşündeki ciddiyet ile “pek gubat bir Ermeni şivesiyle” konuşması (s. 42) ve bütün yolcuların önünde dayak yemesi arasındaki tezat onu çok gülünç bir duruma sokar. Onun bu durumu, Felatun Bey’in kılık kıyafetindeki özen ile konuşma ve davranışlarında basitlik arasındaki tezadı hatırlatır. Siranuş’un ilerleyen günlerde Ahmet Mithat Efendi ile tanıştıktan sonra ondan söz ederken söyledikleri de onu tam bir alafranga olarak sergiler:
“Hal ve şanına nazaran bir İngiliz, bir centilmen addolunabilecek Kirkor namında bir Ermeni beni öyle hararet-i demden kızarmış bir halde görünce âdete âşık olmuş. Ama ismini Kirkor diye haber verişim yanlış düştü. Malum ya böyle Frenkleşen Kirkor’lar’ ‘Greguar’ ve ‘Ohannes’ler ‘Jan’ ve ‘Viçen’ler, ‘Vensan’ filan olurlar.” (s. 252)
Burada Siranuş’un gözlemi olarak aktarılan bu isim değiştirme, Felatun Bey’in kitaplarının başına “Platon”un kısaltması olarak P harfini yazdırmasını ve Bahtiyarlık romanında Senai’nin kartvizitine “Senyör de Berrakpınar” yazdırmasını hatırlatmaktadır. Sonuç olarak Senai ve Felatun Bey’in alafrangalığı arasında bir fark yoktur.
Müşahedat’taki bir diğer alafranga Ermeni ise Karnik’tir. Agavni’nin üvey annesinin, başka deyişle Agavni’nin babası Antuan Kolariyo’nun resmî karısı Novart’ın gayrimeşru çocuğu olan Karnik, yakışıklı ve kurnaz biridir. Siranuş, Agavni vasıtasıyla bir baloda onunla tanışır. Arkadaşlıkları ilerler, aşka dönüşür ve evlenmeye karar verirler. Fakat bu ilişkide aşk tek taraflıdır, aslında Karnik servet avcısıdır, evlilik öncesinde Siranuş’un servetini kendi üzerine geçirir ve nikahtan biraz önce ülkeyi terk eder. Bu arada başka birtakım kimseleri de dolandırmış ve yaşlı bir kadınla anlaşarak onun mücevherlerini ve kocasının paralarını da almak suretiyle onunla birlikte kaçmıştır.
Karnik’in dinine ve milliyetine ihanetini gösteren bir davranışı, Siranuş’un hamisi olan zengin tüccar Seyyit Numan’la ilişkisinde görüşür. Karnik, zenginliği dolayısıyla Seyyit Numan’ın çirkin kızı Feride ile evlenmek istediği için adamın gözüne girmek amacıyla Müslüman olmaya karar verdiğini bildirir. Fakat güngörmüş ve akıllı bir adam olan Seyyit Numan, Karnik’in niyetini anladığı için, dinini değiştirse bile kızıyla evlenemeyeceğini söyler, şayet Siranuş’la evlenmek isterse düğün masraflarını karşılayacağını vaat eder. Karnik bu fırsatı da kaçırmaz; teklifi kabul etmiş görünerek Seyyit Numan’ın parasını da alır.
Görüldüğü gibi Karnik, tipik bir dolandırıcıdır. Bahtiyarlık romanındaki Senai’nin, kayınpederini ve onun adının kullanarak etrafını dolandırıp ülke dışına kaçması gibi Karnik de Siranuş’u ve daha başkalarını dolandırarak kaçar. Şahsi çıkarı için dinini değiştirmeyi bile göze alır. Senai’nin her şeye rağmen sevimli bir tarafı vardır. Karnik ise tamamen kendi yerli kimliğine yabancılaşmış ahlaksız biridir.
Ahmet Mithat Efendi’nin “Henüz 17 Yaşında” [Henüz 17 Yaşında, (Hzl. Nuri Sağlam), TDK Yayınları, Ankara, 2000. (Alıntıların sayfa numarası bu baskıya aittir. )] romanı da gayrimüslim Osmanlı vatandaşlarının alafrangalığı ile ilgili malzeme verir. Bu romanda alafranga tavırlarıyla öne çıkan bir roman kişisi bulunmamakla birlikte, genel olarak gayrimüslimler ve özellikle de Rumlar arasında Avrupai hayatın yaygınlaşmasının bu halkın yerli değerlerinden uzaklaşmasına yol açtığı şeklinde bir değerlendirme ile karşılaşırız.
Fuhşun Osmanlı toplumunda, özellikle de Rumlar ve Ermeniler arasında yaygınlık kazanmasının bu unsurların Batılı dindaşlarıyla ilişkilerinin artması ile bağlantılı olduğu tezini işleyen bu romanda, roman kişilerinden Ahmet ve Hulusi Efendilerin aralarında geçen bir konuşmada bu bağlamda beslemelik konusu ele alınır. İstanbul’da alafranga bir hayat yaşamaya başlayan bazı Rum ailelerin özellikle Ege adalarının halklarından yoksul kız çocuklarını konaklarına besleme olarak aldıkları ve bu kızların bu ailelerin gençleri tarafında iğfal edildikleri, sonra da evlenemedikleri için ortada kaldıkları ve fuhşu besleyen bir kaynağa dönüştüğü fikri, Hulusi Efendi tarafından dile getirilir. Ahmet Mithat Efendi de bu fikri kabul eder ve bunun yerli gayrimüslim ahali arasında yeni ortaya çıkan bir durum olduğunu ileri sürer. Ona göre İstanbul Rumları arasında daha önce böyle bir âdet yoktu, bu, Batılılaşmanın bir sonucudur. Yine Hulusi Efendi’ye göre Batı’da yaygın olan drahoma âdeti de yerli gayrimüslimlerin Batı ile ilişkilerinin artması sonucu onlar tarafından da benimsenmiş ve kızların evlenmesini güçleştiren bu âdet de fuhşun yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır:
“Hristiyanlarda ise fuhşun meydan almasına asıl sebep, kızların kocaya verilmesi hususunda muhtaç görüldükleri drahoma maddesidir. Bir kız kocasını âdeta satın almalıdır. Parası yok ise koca bulamaz. Bayağı hâli vakti yolunda olan bir Hristiyan’ın üç kızı oldu mu herif battı gitti! Nâsda fukara her zaman agniyâdan daha çoktur. İşte drahoması olmayan kızlar bi’l-mecbûriye gayr-i meşru yollarda taharri-i huzâzâta mecbur olurlar. Eğer patrikler şu drahoma âdetini fesh edecek olsalar hakikaten bu kerâbeti azaltmaya büyük bir hizmet etmiş olurlar idi. “ (s. 122)
Ahmet Mithat Efendi de bu sözleri tasdik ve bunun da gayrimüslim ahalisinin Avrupa ile ilişkilerinin artmasıyla ilgili olduğunu ilave eder. Çünkü esasında yerli ahali arasında eskiden bu drahoma âdeti yoktur:
“Pek doğru söylüyorsun, lakin bu sözler beni reddetmiyorlar, bilakis benim davamı ispat ediyorlar. Ben dedim ki bizim yerli Hıristiyanlarda dahi bu âdet-i habise yok iken şapkalar türediği zamandan beri bu da türemiştir. Drahoma âdeti zaten Hıristiyanlıkta var mıdır? Elyevm başlarına yerli serpuşları giyen akvâm-ı Hıristiyaniyede çeyiz denilen şey ayniyle bizim Müslümanlarda olduğu surettedir. Fakat yerli Hıristiyanlarımızdan birçoğu başlarına şapka giydikleri zamandan bed’ ile Avrupa âdetlerini dahi alarak drahomayı nikâhın üssü’l-esâsı addetmişlerdir. Ermeni karılarının dünkü güne kadar yaşmaklı olduklarını unuttuk mu? Hâlâ Anadolu ve Arabistan’da Hıristiyan karılarının İslam kadar mestur olduklarını görmüyor muyuz? Akvâm-ı şarkiyeyi akvâm-ı garbiye bozmuştur. “ (s. 123)
Görüldüğü gibi Ahmet Mithat Efendi’nin bu romanında da alafrangalık veya yanlış Batılılaşma, yerli gayrimüslimlerin kendi değerlerine yabancılaşmaları olarak değerlendirilmektedir. [Gayrimüslim ahali arasındaki yanlış veya aşırı Batılılaşma konusu, Ermeni milletine mensup bir yazarın, Vartan Paşa’nın romanında (Akabî Hikayesi, Hzl. A.Tietze, Eren Yayıncılık, İstanbul, 1991) Ahmet Mithat Efendi’den çok daha erken bir tarihte görülmektedir. Akabi Hikayesi’ndeki Rupenig tipi ile Felatun Bey arasındaki benzerlik çok dikkat çekicidir. Vartan Paşa’nın eseri, Misailidis’in Temaşa-yı Dünya adlı romanıyla birlikte yerli gayrimüslim ahalinin Batılılaşma konusu bakımından ayrıca ele alınmalıdır. Prof. Dr. İnci Enginün’ün kitabında Ermeni ve Grek harfleriyle yazılmış Türkçe metinler hakkında genel bir değerlendirme bulunmaktadır. Bk. Yeni Türk Edebiyatı- Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (1839-1923), Dergâh Yayınları, İstanbul, 2006, ss. 170-177. Yazıyı hazırladığım sırada bu eserlere dikkatimi çektiği için Prof. Dr. İnci Enginün’e teşekkür ederim.]
Sonuç olarak, Ahmet Mithat Efendi, Türk romanının başlangıç döneminde Felatun Bey ile Rakım Efendi romanıyla başlattığı ve sonra başka eserlerinde de devam ettirdiği Müslüman/Türk toplumunun yanlış Batılılaşmasına yönelik eleştiriyi, bazı eserlerinde gayrimüslim Osmanlı toplumunun yozlaşması olarak da ele almıştır. Bu onun “Osmanlıcılık” ideolojisine bağlı bir yazar olmasından ileri gelmektedir. Daha sonra yaşanacak tarihin de bir bakıma zorlamasıyla yazarlarımızın eserlerinde “öteki” olarak yer verilecek olan gayrimüslim ahaliye mensup kişiler, Ahmet Mithat Efendi’nin romanlarında yabancılaşmalarından endişe duyulan “yerli” kişilerdir.